Haziran 19, 2019
1.095 Okunma
'ABD filmleriyle hayata bakan milyonlar, Kolombiyalıları uyuşturucu satıcısı, zencileri kronik suçlu sanabilir'
Yıldız Ramazanoğlu, son yayımlanan 'Birbirimizi yeterince tanımıyoruz' başlıklı yazısında sinema sektörünün etkisini ve Müslümanların kültürel olarak parçalanmışlığını ele aldı.
Birbirimizi yeterince tanımıyoruz
Yurtsuzlaşma temalı 3. İstanbul Trienalinde Tuğba Renkçi’nin Büyük Orta Doğu Projesi Serisi Volüm 3 başlıklı çalışması çok çağrışımlıydı. Biri diğerini zenginleştiren halklardan oluşan İslam dünyasının kültür ve siyaset olarak parçalara ayrılıp birçok askıyla tavana asılmış enstalasyonu, hem dışarıdan parçalanmaya hem de içerideki kopukluklara işaret ediyordu. Bütün renkleri öldürüp her yeri kireç gibi beyaza boyama ve tek tip insana varma çabasını hatırlıyoruz; ya bizdensin ya onlardan. Birbirinden habersiz ayrı ayrı askılara asılan insanlar, ülkeler, halklar arasındaki kültürel kopukluğun temsili.
Birbirini tanımamak zihnen uzak kalmak, daha da kötüsü ancak Avrupa ve Amerika menşeili filmlerin yarattığı işlenmiş imajlar üzerinden öteki hakkında fikir sahibi olmak Müslüman dünyanın en derin yarası.
İslam dünyası büyük bir zihinsel algı yönetme gücüne dönüşen sinema hakkında düşüne dursun, bu sanat Müslümanlarla ziyadesiyle ilgileniyor ve dünya kamuoyunda İslam ve Müslüman hakkında belli kanaatlerin oluşması için azami derecede kullanılıyor.
1942 yılında ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in sinema yönetmenlerine film siparişi vermesiyle birlikte Hollywood-Washington işbirliği başlamıştı ve bu günümüzde de bir şekilde devam ediyor. Bu filmlerde kimi halklar (Koreli, Vietnamlı, Rus, Müslüman) düşman ilan edilerek ABD’nin saldırgan dış politikasına gerekçeler üretilmeye çalışılırdı. Irak, Afganistan ve Filistin halklarına yapılan zulümler de film yoluyla gerçeklikler yeniden yaratılarak gerekçelendirildi, yaşananların tarihi tahrif edildi, yeni geçmişler üretildi.
***
ABD filmleriyle hayata bakan milyonlar, Kolombiyalıları uyuşturucu satıcısı, zencileri kronik suçlu sanabilir. Japonlar aleyhine de pek çok film yapılmıştı ama doğrudan şintoizm inancı hedef alınmamıştı. 11 Eylül’den sonra ise sadece terör eylemini gerçekleştirenler değil bütün Müslümanlar ve İslam hedef alındı, derin bir İslamofobi üretildi. Müslüman tiplemeler birçok dizi ve filmlerde uçak kaçıran, bomba taşıyan, adam öldüren kişiler olarak temsil ediliyor. Kadınlar ise Edward Said’in betimlediği Doğunun Doğululaştırılması tezindeki gibi hala ezilen, hor görülen, haklarını aramaktan aciz biri Batılı film senaryolarına göre.
İslam dünyası sinemanın mahiyetini, tasvir yasağını, bu gerçeklikle nasıl baş edileceğini konuşurken, bir yandan da kayda değer çok iyi filmler üretiliyor. Bu yönde Müslüman halklar ve sanatçılar yeterince iletişim kurabiliyor mu peki? Birtakım festivallerde bir araya gelmek mümkünse de yeterli değil. İstanbul Film Festivali, Müslüman yönetmenlerin de sesini duyurduğu önemli bir platform. Fecr (İran İslam Cumhuriyeti), Saraybosna (Bosna-hersek), Kahire (Mısır).. film festivalleri belli bir geleneği oluşturdu. Taşkent (Özbekistan) Film Festivali düzensiz de olsa ilerliyor. İslam dünyasındaki film festivallerinde dil, mezhep, inanç farklılıklarından kaynaklı sorunlar yaşandığı bilinen bir vakıa. Bu yüzden kota, engelleme ya da yasaklamalar söz konusu. Ülkeler arası ilişkiler ne yazık ki sanat alanındaki iletişimi de engelleyebiliyor. Bölgesel savaşlar, güvenlik kaygıları, bürokratik izin ve sınırlamalar iletişime ket vurabiliyor.
***
Amerika ve Avrupa Müslümanlarından, Endonezya ve Çin’e kadar bir belgesel ve kurgusal sinema hattı hayal ediyor insan. Tecrübelerin, gündelik yaşamların, mekanların, duygu ve düşüncelerin görsel dilin imkanlarıyla dünyanın her yerine ulaşabildiği bir iyilik ve insanlık zinciri. Karanlığa kızmaktansa mum yakmanın bir parçası olur bu çabalar.
Yıldız Ramazanoğlu, Karar Gazetesi